bursagorus.com.tr
2022-09-29 18:21:00

Dikey mi yatay mı yerleşmek gerek?

Erkan Kalafat

29 Eylül 2022, 18:21

Şehirleşme, dar anlamda, şehir sayısının veya şehirlerde yaşayan nüfusun artması anlamına gelmektedir. Ülkemizde şehirleşme olgusu özellikle 20. yüzyılın ortalarından itibaren dikkate değer bir şekilde gelişim göstermeye başlamıştır. Kırsal alanlardan şehirlere yönelik gerçekleşen göçler ve bu sayede şehirlerde hızla artan nüfus neticesinde konut, ticaret, sosyal ve kültürel tesis gibi şehirlere özgü hizmetlerin sunulacağı şehirsel kullanım alanlarına gereksinim duyulmuştur.

Cumhuriyetin ilk yıllarında ülkemiz nüfusunun yüzde 76’sı köylerde, yüzde 24’ü şehirlerde yaşamaktaydı. Özellikle 1955 yılından itibaren başlayan şehirlere göç hareketi hızla artmıştır. Bu gün ülkemiz nüfusunun yüzde 92 si şehirlerde, yüzde 8’i köylerde oturur hale gelmiştir. Şehirlere göçün devam ettiği süreçte, 1999 büyük depremine kadar, herkesin başını sokacağı bir evi olsun mantığıyla plansız, düzensiz, gecekondulaşmayı teşvik eder bir anlayışla kalitesiz, standartlara uymayan, eksik inşaat malzemeleri kullanılarak bir yapılaşma meydana getirilmiş, 1999 depreminde bu yapılaşmanın çöktüğü ve devam ettirilemeyeceği görülmüştür. Bu tarihten sonra yapılaşmaya standartlar getirilmiş, kural ve nizamlara uygun bir hale getirilmiştir. Ancak, yaklaşık kırk yıllık kaynaklarımız ve zamanımız, çürük yapılaşmayla toprağa gömülmüştür. Kırk yılda meydana getirilmiş bu düzensiz yapılaşmanın ıslah edilmesi için, kaynaklarımız belki bir yirmi yıl daha sürecek ‘Kentsel Dönüşüm’e harcanacaktır. Yaklaşık altmış yıldan beri ülkemiz kaynakları kalitesiz inşaatlara harcanırken, kentsel dönüşümle birlikte 2000 yılından itibaren, bu defa küçük, büyük şehir ayırımı olmadan, TOKİ katkısıyla şehirlerin belirli yerlerinde onlarca kat apartmanlar dikilerek, dikey yapılaşma başlatılmış, nüfusun yüzde doksan ikisi adeta şehirlere göçe teşvik ettirilerek, üretime katkısı olan küçük yerleşim yerleri, tarım ve hayvan üretimi olmayan sayfiye yerleri haline gelmiştir.

Atatürk döneminde devletin kurduğu sanayi kuruluşlarının ülkenin çeşitli yörelerine dağılmış olması ve izlenen demiryolu politikası, göç eden nüfusun belli kentlere aşırı yığılmasını önlemiştir. 1950’lerden sonra izlenen liberal ekonomi politikası ve sanayi kuruluşlarının daha büyük kentlere ve onların çevresine yerleşmesi ülkedeki nüfus hareketlerinin yönünü belirleyen önemli etkenler olmuştur. Demiryollarının ihmal edilerek ülkeyi her bakımdan dışa bağımlı yapan karayolu ulaşımına ağırlık verilmesi, kentleşmenin yönünü ve hızını önemli bir biçimde etkilemiştir.

Ülkemizdeki en yüksek 100 yapının, 81 tanesi 2002 yılından sonra inşa edildi. Yüksek yapıların sayıca en fazla olduğu İstanbul’da, yapımı tamamlanan en yüksek 50 yapının sadece 6 tanesi 2002 yılı öncesine ait. Geri kalan 44 adet yüksek yapı ise 2002 yılı sonrasında inşa edildi. Tüm bu gelişmeler hiç kuşkusuz, kentlerimizin dikeyde büyüdüğünü ve yaşadığımız sorunların kaynağının da bu büyüme biçimi olduğunu düşündürüyor.

Yüksek katlı yapıların birbirini gölgelemesinden güneşlenme ve hava dolaşımını perdelemesine, insanların toprak ile ilişkisinin zayıflamasından kentsel açık ve yeşil alan miktarının azalmasına kadar çeşitlendirilebilir.

82 Anayasası, konut hakkı’nı “sosyal ve ekonomik haklar ve ödevler” kısmında ele almış ve “Devlet, şehirlerin özelliklerini ve çevre şartlarını gözeten bir planlama çerçevesinde, konut ihtiyacını karşılayacak tedbirleri alır, ayrıca toplu konut teşebbüslerini destekler.” ifadesini kullanmıştır. Söz konusu madde, devletin bireylere barınma ihtiyaçlarını karşılayacak girişim ve düzenlemelerde bulunacağını belirterek konutu, devlet açısından bir ödev, vatandaş açısından ise bir hak olarak ele almıştır.

Temelinde toprağın “kıt” oluşundan kaynaklanan rantlar gibi kentsel rant da, hızlı nüfus artışı ile kentlerde arazi ve binaların yetersiz kalması karşısında gayrimenkullerin değeri artmaktadır. Kentsel rant, belirli arazilerin belirli kişilere tahsis edilmesine; imar yolsuzluklarının ortaya çıkmasına; lüks konut ve villalar ile belirli kesime yönelik inşaatlar yapılmakta, bu arazilerin talanına, sömürülmesine göz yumulmaktadır. Kentteki orta ve dar gelirli dediğimiz büyük çoğunluk ise, fiyatları oldukça yükseltilen bu arsa, arazi ve konutlara ulaşamamaktadırlar.

Konut sorununun çözümünde uygulanan politikalarda, çoğu zaman popülist yaklaşımlar sergilenmektedir. Oy kaygısıyla yürütülen bu politikalarda sorunun çözülmesi bir kenara sorunun üzeri kapatılmakta, hatta teşvik edilmektedir. Toplumsal yapının iyi analiz edilmemiş olması, mevcut gereksinimler ve imkânların üzerinde durulmaması bu çözümleri, sorunu tetikleyici uygulamalar haline getirmektedir.

Dikey yerleşimin rantı artırdığı, uzun yıllardır deneyerek acı tecrübelerle gördüğümüz üzere, nettir. O halde yatay yerleşim ile ilgili politikalar ne durumda, bir de ona bakmak lazımdır. Ekonominin genel kuralıdır, az olan şey değerlidir. Eğer imarlı arazilerin sayısı az olursa doğal olarak şu anda yaşadığımız güncel 4-6 milyon aralığındaki daire fiyatları meydana gelecektir. Peki, tüm Türkiye’yi uygun fiyatlı arsa üreterek yatay yerleştiremez miyiz? Şehirleri çok küçük bir alana sıkıştırarak daire fiyatlarının çok fahiş rakamlara ulaşmasından vazgeçmek gerekmiyor mu artık? Bazılarınızın “ama 81 milyonu yatay yerleştirirsek arazimiz yeter mi?” Diye sorduğunu duyar gibiyim. Şehir Planlamacıların da üzerinde çalışacağını düşündüğüm hesaplama yöntemi çok basit. İstanbul harici hangi şehre uygularsanız hesap doğru çıkıyor.

Örneğin, Bursa ilini baz alalım. Bursa’nın nüfusu 3.139.744 kişi. Yüzölçümü 10.882 km2, 4 kişilik bir aile planlanırsa, 784.936 adet arsa gerekiyor. Arsaları herkese 200 m2 olarak planlayalım;

784.936 adet arsa x 200 m2 = 157 km2

157 km2 / 10.882 km2 = 0,0144 = yüzde 1,4

Bursa’nın yüzde 1,4’ünü planlayamayan yönetimler sebebiyle, bizim Acemler kavşağımız her sabah ve akşam bize saç baş yolduruyor. Bu 1,4 yüzünden milletimiz deprem korkusuyla yaşıyor ve depremlerde ölüyor.

Peki, hesaba devam edelim. 200 m2 arsa dağda bayırda ne kadardır? Herhalde şu anda en fazla 30 bin liradır. Üzerine 2 katlı ahşap ev kurabilmek için de Belediyeler, 5 ayrı model proje hazırlasa ve ev yapmak isteyen vatandaşa ücretsiz olarak verse, arsasına uygun hangisini yapmak istiyor ise, o projeyi arsa sahibi kendi imkanlarıyla yapabilse. Zor mu? Tabii ki değil. Yapı Denetim firmalarımız var, bunlar da bu binaları denetlese. Zor mu? Tabii ki değil. Vatandaş nasıl yapacak derseniz, bu evler ahşap olarak yapılacak, yapılacak ki, depremde artık dışarıya kaçılacak değil, dışarıda başıma bir şey düşer kaygısıyla, evin içine kaçacak vatandaş. Bu sayede 4-6 milyon aralığındaki daire fiyatlarıyla artık konut alabilmek, hayal olmaktan çıkacak. Dar gelirli vatandaş da çok cüzi rakamlar ile ev sahibi olacak.

Yazının başında devlet; “konut ihtiyacını karşılayacak tedbirleri alır, ayrıca toplu konut teşebbüslerini destekler.” demiştik ya, işte o sosyal devlet, vatandaşının hem depremde ölmemesini, hem de ev sahibi olmasını böyle sağlar.

Nasıl, yatay yerleşimde arazimiz yetmez mi demiştiniz. Tabii ona cevap vermeye devam edeceğim. Biliyorsunuz ormanlarımız var, gözümüz gibi baktığımız, her yangında üzüldüğümüz. Onlara dokunulmasın. Miktarları ne kadar? Türkiye’nin yüzde 28’i diyelim. Tarım arazilerine de dokunulmasın çünkü kendimize yetebilecek az sayıda ülkelerden iken geldiğimiz noktadan daha aşağılara düşmeyelim. Ne kadar arazi var? Yüzde 30 civarı, bunlara da dokunulmasın. Geriye ne kaldı? Yüzde 42 gibi çok büyük bir miktar arazi. Biz bu yüzde 42 kalan arazinin sadece yüzde 1 ini planlayarak bunu yapabiliriz. Matematik bunu söylüyor. Yeter ki bu hesabı yapmak isteyen yöneticilerimiz başa gelsinler.

Tüm vatandaşlarımıza ranta kurban gitmeyen konut hakkı ve depremde öldürmeyen yöneticiler dileklerimle, hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.