Diyelim ki eski bir mahallede oturuyorsunuz ve evinizin arka duvarına yapışık bir başka evde ise komşunuz olan roman vatandaşlar yaşıyor. Çocuklarınızı o yaz sünnet ettirmeye karar verip, sünnet töreninin yapılacağı gün akrabalarınızı, tanıdıklarınızı ve komşularınızı evinize davet ediyor ama komşunuz olan romanları sünnete çağırmıyorsunuz.
Neyse, tören günü davetlileriniz evinize geliyor ve düğün başlıyor. Aynı Edip Cansever’in “Çağrılmayan Yakup” şiirindeki Yakup gibi, sünnete çağrılmayan komşu romanlar ise, iki ayrı çıkmaz sokakta sırt sırta vermiş iki evden diğerinde düğün olduğunun farkındalar.
Siz onları ister çağırın, ister çağırmayın…
Kemanı, klarneti, darbukayı cümbüşü kapmış…
Çağrılmadıkları düğün için giyinip kuşanmış…
Düğün sahibinin kapısını çalmış Romanlar.
Kapıyı açan ev sahiplerinin şaşkın bakışları arasında, enstrümantal bir şekilde o zamanların moda şarkısı Azize’yi çalarak: “Abe siz bizi çağırmadınız ama biz gelip çalarsak sünnetin daha güzel olacağını düşündük, işte ondan gidelim komşunun düğününde hediye olarak çalalım dedik” demişler.
Aslında bu olay görüntülerle anlatılsa, tam bu noktaya bir gerilim müziği çok iyi gider. Çünkü görüntüyü seyredenler, iyi de bakalım şimdi sünnet sahibi ne yapacak sorusunu bu noktada sormaya başlar.
Neyse ev sahipleri de ne kadar şaşırırlarsa şaşırsınlar komşularını, “Aaa olur mu hiç öyle, unutmuşuz valla! Buyrun, buyrun“ filan diyerek, beklenmeyen saz heyetini içeriye davet ederler.
Bir tür “madem öyle, işte böyle” türü beklenmeyen bir cevap verilmiş, adam yerine sayılmayan “çağrılmayan yakuplar”, inanılmaz bir esneklik göstererek, gidip düğünün eğlencesine katkıda bulunmuşlardır.
İsterseniz burada küçük bir parantez açıp, çağımız dünyasının en önemli sorununun bu “çağrılmayan yakuplar” sorunu olduğunu, insanların çağrılmadıkları ülkelere gitmek için yollara düştüklerini ve bu sorunun nasıl çözüleceğini kimsenin bilmediğini de küçük bir not olarak buraya ekleyelim.
İşin aslına bakarsanız ev sahibi de bir noktadan sonra esneklik göstermiş ve olayın tatlıya bağlanmasını sağlamış o gün. Yoksa kapıya gelen komşu çalgıcıları, “Hayır biz sizi davet etmedik, çekin gidin kapımızdan” diyerek gönderebilirlerdi de…
Düğünü, çalgıyı, çengiyi bir yana bırakalım şimdi. Üretim ve hizmet sistemlerindeki “esneklik” ile “katılık” arasında bir tercih yapmaya çalışalım. Üretim ve hizmet sistemleri kabaca makineler ve insanlardan oluşur. İyi bir sistemin tanımına göre, “sistemden herhangi bir insan çıkarılır ve yerine başka bir insan konulursa; eğer o sistem yine aynı verimlilikte çalışıyorsa, o sistem iyi bir sistemdir”.
İyi bir sistemdir de biz genelde “sistem” filan dinlemeden “esnek” davranırız; sistem bozulmuş bozulmamış onu da kendimize pek dert etmeyiz.
Batı ise böyle işlerden pek hoşlanmaz, davet edilmeyenleri içeriye almaz. Sistemlerinde uygulamalar katıdır. İnsanlar üretimdeki iş tanımlarında ne yazılı ise onu yaparlar. Sosyal hayatta da birilerini eğer çağırmıyorlarsa, çağrılmayanlar geldiğinde kapıdan içeri almazlar. Bizde görevi olan olmayan her işe karışır, herkes herkese akıl öğretir. Esneklik neredeyse sonsuza yakındır.
Gelelim sorumuza: Sosyal hayatta ve ekonomide ne ölçüde esnek, ne ölçüde katı davranmalıyız?
İnsanı ikinci plana iten, teknolojik yeni uygulamalara ne ölçüde izin vermeliyiz?
Nereden mi aklımıza geldi bunlar?
Hemen hemen bütün büyük şehirlerde belediye otobüslerinde HES kodu uygulaması yapılacak, kartında HES kodu onayı olmayan çağrılmayan yakuplar otobüslere alınmayacaktı ya…
Alınıyor…
HES kodu uygulaması yapılmıyor.
Esneklik ve katılık arasındaki çizgide şimdi esneklikten yana duruyoruz.
Batı bu uygulamayı ne ölçüde yapıyor onu da bilmiyoruz.
Bu yazıyı yazmak nereden mi aklımıza geldi?
Norveç’te yaşayan bir arkadaşımız, istediği halde ikinci aşısını olamadığını telefonda anlatıp, bizim aşı sayımızı öğrenince bağırıp çağırdı da oradan…